28 Ocak, 2020 - İzlenme: 1768
Büyük felaket veya büyük bela olarak tercüme edeceğimiz bu iki kelime Kur´ân-ı Kerim´in Saffât Suresinde geçmektedir. Saffât, saf tutmuş melekler manasına gelir. Her surede olduğu gibi bu surede de hâla insanların çözemediği, belki de hiç çözemeyeceği sırlar mevcuttur. Onun için Kur´ân-ı Kerim’in fethası, zammesi, kesresinin bahası biçilemeyecek özellikleri vardır.
Sûre 182 ayettir ve Mekke’de inmiştir. 1`den 4`e kadar olan ayetlere baktığımız zaman bunlarda ne sırlar görürüz! “Saf saf dizilmişlere, toplayıp sürenlere, zikir okuyanlara yemin ederim ki, ilahınız birdir.” buyruluyor. Burada anlatılıp haber verilenlerin melekler olduğu söylenildiği gibi; bunların gök cisimleri, ruhlar, kudsî cevherler, Kur´ân ayetleri, âlimler ve gaziler olduğunu söyleyenler de vardır. Bu surede büyük felaket olarak haber verilen iki ayrı peygamber ümmeti vardır. Biri Hz. Nuh (as.) diğeri de Hz. Musa’dır (as.). Kavmini hidayete çağıran Hz. Nuh (as.) çok sıkıntılar çekip de bunalınca dua etti ve dedi ki; “Rabbim, ben mağlup durumdayım, bana yardım et!” Duası kabul edilerek kavmi suda boğulup gitti. Bu olay ana hatlarıyla diğer sure ve ayetlerde kısım kısım anlatılarak insanlığın dikkati çekilmiş, inanmayanlar imana çağrılmış, müminlerin ise bunlardan ibret almaları hedeflenmiştir.
İşte burada, “Kendisini ve ailesini büyük felaketten kurtardık”. (Saffât 76) buyrulmuştur. Büyük felaket başlamadan önce ilahi emir gereği hazırlıklar yapılmıştı. İşaret, “TENNUR/tandır”dan suyun fokur fokur ses çıkararak kaynaması idi. Bu hal olunca insanlar -ki bunların kadınlı erkekli 70-80 kişi olduklarını müfessirler söylerler- gemiye doluşmuşlar; keçi, koyun gibi hayvanların cinslerinden de birer çift alınmıştı. Bu anlarda en acıklı manzaralardan biri de Nuh’un (as.) oğlunun birinin -ki adının Kenân olduğu söylenir- gemiye binmeyişidir. Babasının yalvarmaları kâr etmemiş, onun gözleri önünde boğulup gitmiştir. “Ben yükseklere, dağlara çıkarım.” demişti de, kendisine “Bugün hiçbir kimseye kurtuluş yoktur!” denilmesini dinlememiştir. Yer ağzını açmış sularını fışkırtıyor, gökten yağmurlar güğümden boşalırcasına iniyordu. Yere göğe emir gelinceye kadar bu müthiş felaket devam etti, nihayet gemi Cudi Dağı’na indi ve bu müthiş felaket, tufan olayı bitti. İnanmayıp gemiye binmeyenler, kâmilen boğulup gittiler.
Bu surede büyük felaket olarak haber verilen olayların ikincisi de Hz. Musa’nın (as.) başından geçmiş olaydır. Ona ve kardeşi Harun´a, başta risâlet gibi bir nimet olmak üzere çeşitli nimetler verilmiş, başta Firavun olmak üzere Mısır halkına peygamberlik vazifelerini yerine getirmek için uzun mücadeleler vermişlerdi. Firavun ve askerleri her defasında onların karşısında mağlup olmalarına rağmen azgınlıklarına devam etmişlerdi. Hz. Musa´yı Cenâb-ı Allah, asanın ejderha olması, içtikleri suyun kan rengine dönüşmesi gibi dokuz mucize ile teyit ederek onların batıl inançlarını hâk-i yeksan etti. Nihayet Kızıldeniz’de boğulup gittiler.
Men Ensari
Yazımın başlığı belki dikkatlerinizi çekmiştir. Olay aslında Kur`ân diliyle haber verilmektedir. Bana yardım edici kimdir?
“Ensar” kelimesi Kur`ân-ı Kerim’de on bir defa geçmektedir. “Yardım eden” anlamındadır.
Bu husustaki bazı ayetlerin manaları şöyledir.
“Ne zaman ki İsa onların küfrünü hissedip anlayınca ‘Bana Allah yolunda yardım edenlerim kimlerdir?’ dedi. ‘Havariler de biziz’ dediler. Bizler Allah´a iman ettik ve sen bizim Müslüman olduğumuza şahid ol!” (Âl-i İmrân, 3/52)
Bu olayı diğer bir surede Kur´ân şöyle haber veriyor.
“Nitekim Meryem oğlu İsa, Havarilerine ‘Bana yardım eden kimdir?’ demişti.” (Saf, 61/ 14)
Hz. İsa babasız, Cenâb-ı Allah´ın kudretine bir işaret olarak yaratılmış ve kavmine peygamber olarak gönderilmişti. Ona inananların on bir kişi oluşu, belli bir yaşta iken göğe çıkarılışı, öldürülmediği, kıyamete yakın geleceği ve çok önemli işler yapıp, dünyanın bozulan dengesini düzelteceği, huzur ve refahın tekrar tesis edileceği, adaletin ikame olunacağı gibi birçok işler onun uhdesine tevdi olunmuştur. Bunu kimse değiştiremez. Bu işler kâinatın hâlikı tarafından ona verilmiştir. Bunlara iman etmek, ihlasla onları kabul etmek şeriata, onun getiricisi Rasûlullah’a saygının ve teslimiyetin ifadesidir. Aykırı düşünenler, bunların etrafında vaveylâ kopartanlara iltifat etmemek ve onları zenâdika olarak kabul etmek de tam iman ve teslimiyet sahibi olanların amel ve davranışlarından olacaktır. İşte Hz. İsa, peygamberliği anında on bir inananıyla yola çıkmış ama yolculuğu da kısa sürmüştür. Kendisi için takdir edilen tebliğ vazifesi, göklere ûrûc ile noktalanmış olup belki de bu yarım kalan vazifesini tamamlamak için ahir zamanda gönderilecek oluşunun da hikmeti budur. Onun göğe yükselişinden sonra, on bir olan inananların sayısında daha fazla artış olup olmadığı bilinmez. Yahut da diğer bir deyişle, bugün mevcut Hristiyanlıktaki tevhid akidesini zedeleyen; kişileri inançsız, müşrik durumuna düşüren baba-oğul-Ruhu’l kuds inanıştaki şekliyle devam etmiştir, bilemiyoruz. O sebeple Rasûlullah`ın “Ehl-i Kitâb’ı ne tasdik ediniz ne de yalanlayınız. Tam aksine biz Musa`ya ve İsa`ya inenin asıllarına iman ederiz, deyiniz”. (Buharî, Şehadat, 24; İ’tisam, 25; Ebu Davud, İlim, 2; İbn Hanbel, Müsned, IV, 136) emirlerine uyarız.
03 Eylül, 2016
23 Aralık, 2020
18 Ekim, 2016
10 Aralık, 2010
11 Mayıs, 2011
02 Mart, 2015
26 Aralık, 2020
18 Nisan, 2023